Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri | The Life and Opinions of Tristram Shandy, Gentleman | Laurence Sterne ( 1713 – 1768 )
Selâmlar Sevgili Kitap Dostları,
Beyefendi ile 03 Eylül – 31 Ekim 2018 tarihleri arasında, tam 9 haftadır seviyeli, kaprisli, komik bazen de sersemleten bir birliktelik yaşadık. Anlaşarak ayrıldık. Kafasını toplama ihtimali olmadığı için, bir daha ne zaman beraber oluruz bilemiyorum doğrusu.
Sanıyorum geçen yıldı tam hatırlamıyorum, Rahmetli Yiğit Okur’un “Yazamadığım Romanın Öyküsü” isimli kitabını okumuştum. Tristram Shandy tam da böyle bir roman efendim.
Tristram Beyefendi bir roman yazmaya soyunmuş ama daldan dala atlayarak pek ayarı tutturamamış “ortaya karışık” bir şey olmuş. Yani bu roman da, yazılmaya yeltenilen ama bir türlü yazılamadığı varsayılan nihayetinde de romanımsı olan bir roman. Kafanız karıştı değil mi? Hah işte bu tam da benim istediğim bir durum! Kafanız karıştıysa durumu kavradınız demektir. Nasıl mı?
Anlatayım. Şimdi gözlerinizi yumun ve can dostunuzla bir kafede sohbet ettiğinizi düşünün. Sohbet dedim ama aslında bir monolog bu; arkadaşınız sizi yıllardır görmemiş ve anlatacak şeyler öyle birikmiş öyle birikmiş ki konu konuyu açıyor, dereden tepeden Allah ne verdiyse yağmur gibi yağıyor, sel gibi akıyor. Siz tam lafın arasına gireceksiniz, “dur dur bak şunu da anlatayım, sonra sen konuş” diye susturuyor. Yetmiyor bu yüzsüzlük, üstüne bir de “ay pardon, hep ben konuştum di mii? Araya da bi dünya şey soktum, kafan karıştı” diye özür gibi bir şeyler geveliyor. İşte bu roman tam da böyle bir şey sevgili okurlar. Daha örnek vermeyeyim, ben de Shandylik yapmayayım. Kitabın encamı budur.
Bugüne kadar okuduğum en zorlu roman olan Finnegan Uyaması ile kıyaslarsam, Tristram Shandy daha kolay okunan ama dağınık yapısı itibariyle okuru yoran bir kitap. Bağlantı kurmaya çalıştığınızda dolanıyorsunuz, kayboluyorsunuz. Kurguya falan takılmayın okuyun gitsin. Fakat bir uyarım var; sürekli okuma yapmanız zor. Sabrınızı zorluyor, o yüzden araya başka kitaplar almanızı öneririm.
İşin ciddi tarafına gelirsem; gerçi yukarıda yazdıklarım da ciddi idi ama sizi sıkmamak için biraz yumuşatayım dedim. Şimdiii, 18.yüzyıl İngiltere’sinde, bilinen edebiyat kalıplarının dışında, üstelik de bir din adamının böyle bir kitap yazması fark yaratmış. Öyle ki sonrakilere örnek teşkil etmiş. Neymiş onlar; Güliver’in Seyahatleri, Dracula, Finnegan Uyanması, Ulysses vb. Yani Tristram Shandy bu saydıklarımın büyük büyükbabası efendim.
Orhan Pamuk kitaba yazdığı özsözde “kuş beyinli okur ile en zeki okur aynı tepkide birleşir” demiş, o da şu:
“Hiçbir şey anlaşılmıyor, yarısında bıraktım.”
Eh ben Finnegan’dan şerbetli olduğum için böyle bir lakırdı etmedim çok şükür çünkü başıma geleceği biliyordum. Zaten Tristram da sayfa 211 de okurunun kafasını bulandırdığını itiraf ediyor. Buyurun:
“… dünyadaki en aptalca şeylerden biri, bir tezde kendi kavrayışınızla okurlarınızın kavrayışı arasına, sıra sıra uzun ve anlaşılmaz sözcükler dizerek varsayımınızı bulandırmaktır…” Okudunuz işte 😊 Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma durumu var burada çünkü kendisi tam tersini yapıyor.
Bir güzelliği var kurgunun, okurla sürekli iletişim halinde. Farklı şekillerde okura sesleniyor Tristram. İrlandalı edebiyat profesörü Terry Eagleton diyor ki:
“Roman, yapısı gereği anarşik bir türdür. Tıpkı hayat gibi o da kendini durmadan yeni baştan kurgular.” Tristram Shandy’nin yapısı için bu cümleyi referans alabilirsiniz; özet gibi.
Örnek vereyim hemen. Dün gece okuduğum 9. ve son bölümün daha doğrusu 9. kitabın 18. ve 19. bölümlerine ait sayfalar boştu. 25.bölüm ise şöyle başlıyordu:
“Bu bölümün sonuna vardığımızda ( daha önce değil), boş bırakılmış o iki bölüme geri dönmeliyiz – onlar yüzünden yarım saattir onurum kan ağlıyor –“ diyerek 25.bölümün içine eksik olan o iki bölümü yerleştirmiş. Çok da ukala laf aramızda.
Evet daha fazla kafanızı bulandırmadan bitirmeye çalışayım.
“Romanın tamamı koca bir laf salatasıdır.” desem şimdi, hiçbir şey anlamadın da caz yapıyorsun dersiniz kesin. Neyse ki ben değilim bunu diyen; İngiliz Romanı kitabının 108.sayfasında Terry Eagleton demiş. Rahatladınız mı 😃
Geleyim bu kitabın dipnotlarında ve kurgusunda mütemadiyen adı zikredilen kitaplara: Rebelais’nin Gargantua ve Pantagruel adlı eserleri, insanla ilgili psikolojik ve fizyolojik bilumum durum için Robert Burton’ın Melankolinin Kısa Anatomisi ve elbette Don Kişot.
“Bırakın herkes hikâyesini kendi bildiğince anlatsın.” (sf. 641) diyen Tristram Shandy’ye hak verip diyorum ki; edebiyat tarihinde “modern” edebiyata öncülük eden bu eserde Laurence Sterne papaz kimliğine rağmen önemli bir eşik atlayarak özel bir yere oturmuş okurlarının canına okumak pahasına. Üstteki cümlenin hatırına kendisine kızamıyoruz doğal olarak.
Bu kitabı sabırlı ve bu tarz bir metni okumayı tecrübe etmeye gönüllü okurlara öneriyorum. Hınzır, muzır ve edepsiz ama sevimli, kimsenin bir numara olmadığı, “doğmamış çocuğa don biçilmiş” bir kitap var karşınızda.
9 haftalık okuma sürecimi; Sterne’ün aziz ruhuna ve mensubu olduğu Anglikan Kilisesi’nin ebediyete göçen vaizlerinin ruhuna hediye ediyorum.
Yorumu buraya kadar sabırla okuyan okurlara yürekten teşekkürlerimi iletiyorum.
Kitabı bana hediye eden ve “okuman lazım” diye başımın etini yiyen, instagramın bana kazandırdığı iki güzel insan, Ayşen Kavcar ve İlker Toprak’a içten teşekkürlerimi ve sevgilerimi iletiyorum.
Değerli Kitap Dostları, ben diyeceğimi dedim ve sevgimle ilettim.
🙏Sağlıkla, huzurla ve hep kitaplarla kalınız📚❤
31 Ekim 2018 / (Yılın 92. kitabıydı )