KUDÜS | JERUSALEM | GONÇALO M. TAVARES

KUDÜS | JERUSALEM | GONÇALO M. TAVARES 

Merhaba,

İlk defa okuyup bitirdiğim bir kitabı anlatmaya nereden başlayacağımı bilememenin sıkıntısını yaşıyorum. 

Kitabın ruhu üstüme sirayet etti sanırım. Pardon, sakın ola ki kötü bir kitap algısı yaratmasın az önce okuduklarınız çünkü muazzam bir kitap, okurunu kanırtan bir kitap, anlatmak istediği duyguları kimi yerde yaşatan kimi yerde de belirli bir eşiğe getiren bir kitap ve daha da sıralayabilirim. Ayrıca kurgu yapısı olarak da değişik bir tarz izlemiş yazar. 

Öncelikle şekil üzerinde durayım: 32 ana bölümden oluşuyor ve her bölüm kendi içinde alt bölümlere sahip, bu alt bölümler bazen aynı kişi bazen farklı kişinin, ya şimdiki zamandaki durumunu ya da geçmiş zamandaki durumunu yansıtıyor. Yine bu alt bölümler bazen 5 satır bazen yarım sayfa yani farklı uzunluklarda. Daha ilginç olan bir durum ise cümle ya da paragraf tekrarlarıydı. Örneği; 28. bölümün ilk iki paragrafı 27. bölümünkiyle aynı; 29. bölümde, 1. bölümdeki üç paragraf aynen tekrar edilmiş. Ve son olarak görebildiğim 175. sayfada, 7. sayfadaki cümleler tekrar kullanılmış. Yazar anlatımla çok güzel oynamış bence. 3 ödüle mazhar olan bir kitaba ne demeliyim bilmiyorum, bana hissettirdiklerini paylaşabilirim ancak. 

Bu kitap, yazarın Krallık dörtlemesinin 3. kitabı olarak geçiyor. İlk iki kitap bir arada aynı yayınevi tarafından basılmış. Ayrı ayrı okunabiliyor fakat okuduğum bir yorumda, ilk iki kitabı önce okumanın konu olarak zihinsel bir altyapı oluşturduğunu söylüyordu. Kudüs, savaş sonrası psikolojisi bozulmuş insanları konu alıyor. Belki bu yüzden öyle denmiş olabilir, öncesinde neler yaşandığını öğrenmek üzere.

Neyse efendim; bu kurgu “onlar ermiş muradına” tarzı bir kurgu değil öncelikle altını çizeyim kalın kalın. Bir önemli nokta da şu; psikolojinizi zorlayarak sizi geren kitaplar sevmiyorsanız ve etkileniyorsanız önermiyorum. Kafanız huzurlu iken okunması önemle rica olunur. Zira bendeniz de bu tarz kitapları ruhum dar alandayken okumam. İyi de etmişim böyle yapmakla çünkü öyle yerlere geldim ki hem ba-yıl-dım hem de düşünmeden edemedim. Neyi? Yazar o derece, okuru psikolojik sınıra getirmeyi başarıyor ki, bu roman bittiğinde yazarın kendisi bu ruh halinden nasıl çıktı hayretler içindeyim doğrusu. 

Evet, gerçekten bir dil ustası ve kurgu ustası olduğu kesin. Akıcı olmaya akıcı bir dili var, bölüm dizaynı da akıcılığı etkiliyor sanırım, lâkin bölümlerde öyle metinler var ki şahsen bi durup düşünmeden ya da yapılan tespite şapka çıkarmadan, ya da “bu neydi yav şimdi” demeden geçemedim doğrusu. Sanırım 5 günümü aldı okumak. Zaten böyle bir kitabı da öyle koştur koştur okuyamazdım doğrusu.

Geleyim karakterlere: Ana karakterler; araştırmacı doktor Theodor Busbeck, eski karısı şizofren Mylia, Mylia’nın Rosenberg Sanatoryum’unda tanıyıp aşık olduğu ve çocuk yaptığı Ernst o da şizofren ya da deli, Mylia ve Ernst’in çocuğu ki Theodor evlat edinmiş onu, bedensel ve konuşma özürlü Kaas, başhekim Gomperz, savaş sonrası öldürme içgüdüsünü yenemeyen Hinnerk ve ilginç bir fahişe olan Hanna… 

Doktorlar dahil her birinin ayrı ayrı ruhsal sıkıntıları ve saplantıları var. Ancak her biri kendi varoluşlarını gerçekleştirmek için bir şeylere yönelerek kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Örneğin Theodor ,”vahşetin – kıyımın tarihini ortaya çıkarmak” istiyor ve diyor ki:

Ben bir tarafın diğerine kayıp verdirecek gücünün – ne de iradesinin- olmadığı durumları incelemek istiyorum. Güçlü taraf hiçbir geçerli nedeni olmadan – en azından korku dediğimiz o büyük mazeret bile olmadan – zayıf tarafı kıyımdan geçiriyor.” Sf.35

Dr Gomperz ise: “deliliğin ahlaksızlığa bağlı olduğunu düşünüyordu: Ahlaklı davranmayan kişi deliydi, ahlaklı davransa bile, ahlaklı düşünmeyen kişi de deliydi.” ona göre. Ve daha ileri giderek “bilinçsizliğin de ahlaksızlık” olduğunu ileri sürüyordu. Ancak Sanatoryum’daki kimi davranışları ise bu söylevinin tam tersi idi! 

Aslında tüm karakterlerin hem iyi hem kötü tarafları çok iyi aktarılmış. Bir taraftan eleştiriyorsunuz diğer taraftan, bir katilin bile basit bir iyiliğine sempatiyle yaklaşıyorsunuz. Dedim ya başta; yazar sizi de kahramanları gibi “deliliğin” ya da duyguların eşiğine getirip, kedi yavrusu gibi bırakıveriyor, ondan sonrası size kalmış, topla toplayabilirsen… 

Okurken zorlanmadım dersem külliyen yalaaaan! Elbette zorlandım, bazen notlar yazdım hem defterime hem de coşarak kitabın üstüne ve çizdiğim pek çok cümle ve paragraf vardı. 

Sonuç olarak, iyi ki okudum dediğim özel bir kitaptı ve “kara edebiyat” mı deniyor bu türe bilmiyorum ama değişik kurgusu ve konusuyla okunmaya değer diyorum. Oy oy unutuyordum; Kudüs ismi ne alâka derseniz; Mylia İncil’den bir cümle söylüyor  Ernst’e: “Seni unutursam , Ey Kudüs, sağ elim kurusun” diye oradan olmasına oradan amma velâkin bence simgesel başka bir anlamı illâki vardır, hani ne bileyim dinler tarihi ile ilgili mi yoksa başka bir şey mi? Onu edebiyat guruları bilir ben bilemedim doğrusu… 

Ezcümle; savaşın, vahşetin, insan ruhuna neler ettiğinin, nasıl dönüştürdüğün ama bunu yaparken aslında insandan umut kesilmemesi gerektiğinin, çünkü her insanın varolmak çabasıyla içindeki iyiyi harekete geçirebileceğinin çok güzel aktarıldığı bu roman okunmalı diyorum dostlar ve sizi en etkilendiğim metinlerden biriyle baş başa bırakıyorum.

Her daim sağlıkla, sevgiyle ve kitapla kalınız…

“Savaş zamanlarında ilksel beslenme ihtiyacı ikinci plandaydı. Sanki daha acil görevler vardı ve bu da öldürülmemekti. Öldürülmemek beslenmekten daha önemli, daha acildi. Daha sonra yiyebilirim ama beni daha sonra öldürmelerinin önüne geçemem. (…) Hinnerk zorlukla yiyor, hiçbir biçimde yüceleştirmediği bu ‘eylemi’ küçümsüyordu. Yemek, diğerleri gibi bir eylem değildi, sıradan bir insan eylemiydi, umut etmek kadar sıradan. Yemek umut etmenin farklı bir biçimiydi ve Hinnerk umut etmemek, eyleme geçmek, şeylere yönelmek ve onları kendininmiş gibi almak için kendini eğitmişti. Savaşta cephede askerdi, tehlikenin önünde açtığı koridordan ilerleyen bir asker. Ve onun için tehlike bir şeyler yapmak için, olayların meydana gelmesi için ayrıcalıklı bir yerdi. Sanki tehlike insana ivme kazandırıyordu, onu fazlasıyla etkin kılıyor, neticede gerçekleştiren, yapan biri olmasını sağlıyordu. Büyük bir yapıcı, büyük bir inşacı. Sadece büyük bir tehlike söz konusu olduğunda güçlü binalar inşa edilirdi; ister insan ister sadece tuğlalar olsun herhangi bir maddedeki gerçeğin ortaya çıkmasına ivme kazandıran korkudan muaf, güven içinde yükselen bu binalar ona sahte, yavaş geliyorlardı. (…) Algılamayı başardığı hisler birkaç yıldan beri içinde bir duyguya güç kazandırmıştı: Hinnerk insan eti yiyebilirdi.”  sf.74

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s